Türkiye'nin en iyi haber sitesi
MURAT YILMAZ

Mahkeme de öğrenecek: Bu topraklarda güvercinlere dokunulmaz!

Dink kararına karşı toplumdan yükselen tepki, önyargı duvarının yıkılmasını ve arınma arzusunu temsil ediyor. Karar, ulusalcı damarın Türkiye'de düştüğü marjinal çizgiyi de gösteriyor

Hrant Dink cinayetinin yargılandığı mahkemenin kararı, geçmişiyle hesaplaşmak ve demokratik hukuk devletini tesis etmek için Yeni Türkiye'yi inşa etmek ve Yeni Anayasayı yapmak iddiasındaki aktörlerde tam bir soğuk duş etkisi yarattı. Dink davasının Ergenekon davasıyla ve bir örgütle ilişkilendirmeden ciddiyetle bağdaşmayan bir savrukluk ve acullukla hükme bağlanması, darbeleri ve darbe teşebbüslerini yargılamaya başlayan ve 12 Eylül 2010 referandumuyla yargı üzerindeki bürokratik vesayeti kaldırdığını düşünenlerde ciddi şüpheler uyandırdı. Bu nobranlığın tam da Dink'in katledilişinin beşinci yıldönümüne yakın günlerde yapılabilmesi ayrıca kayda değerdir.
Türkiye'deki yaygın yargı zihniyeti, demokratik hukuk devleti standartlarını hazmetmekten hayli uzak. Bu güvenlik bürokrasisinin, yargı bürokrasisinin ve gayrimüslimlerin yargılanması söz konusu olduğunda daha da dikkat çekmektedir. Dink davası bu bakımdan manidardır ve bu üç unsurun iç içe girdiği bir süreci temsil etmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca bu tür yargılamaların adaletle sonuçlandığı mahkeme kararlarını bulmak neredeyse imkânsızdır. Bu durum sadece alt mahkemeler için değil, temyiz mahkemeleri ve Yargıtay için de geçerlidir.
Esasen mahkemeler bir resmi ideolojinin ve bürokratik vesayetin korunması maksadıyla hiyerarşik bir karargâh anlayışıyla kurulduğundan, tatbikat şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan son dönemde yaşanan reformlara, 12 Eylül 2010 referandumuyla yargı bürokrasisinin değişmesine, kamuoyunun dikkatine, Başbakan Erdoğan'ın Dink ailesine bizzat verdiği söze rağmen mahkemenin bu derece ölçüsüz ve gözü kara bir şekilde karar verebilmesidir.
Bu gözü karalığın ardında muhtemelen Cumhuriyet tarihinde gayrimüslimler ve bilhassa Ermeniler aleyhindeki içtihat birliğinin ve fark edilemeyecek ölçüde içselleştirilen önyargının körlüğü yatmaktadır. Bu körlüğün Hrant Dink'in gazeteci olarak Sabiha Gökçen'in Ermeni tehcirinden kalma bir yetim olduğu yönündeki yayınından sonra Hürriyet gazetesinin Dink'i hedef gösteren 8 sütuna manşeti, ardından yayınlanan Genelkurmay bildirisi, bildiriyi takiben başlatılan psikolojik harbin sürek avına dönüşmesinde nasıl yaşandığı hatırlardadır.
Bu sürek avı, Dink aleyhine açılan aklı ve vicdanı olan hiç kimsenin kabul edemeyeceği Türklüğe hakaret davasında açık bir linçe dönüştü. Bugünün Ergenekon sanıklarının ve bu sanıkların bugünkü fahri avukatlarının büyük kısmının dahliyle ve mahkeme salonlarında yaşanan bu linç teşebbüsü, Yargıtay'ın oy çokluğuyla Türkiye yargı tarihine bir utanç vesikası olarak geçen mahkûmiyet kararıyla tamamlanmıştı. Artık dönemin Ülkü Ocakları İstanbul Ocağı Başkanı Levent Temiz'in ifadesiyle öfke ve nefretin hedefi hale gelen Dink'in, namluların hedefi haline gelmesine uygun bir siyasi iklim yaratılmıştı. Dink'in çaresiz bir şekilde "bu ülkede güvercinlere dokunmazlar" diye avunduğu günlerde, uzunca bir süredir Trabzon'da Muhsin Yazıcıoğlu'nun ifadesiyle "sürülen tarlanın mahsulü" İstanbul'a sevk edilmekteydi. Emniyet, jandarma ve milli istihbaratın nezaretinde sürülen tarlada, bir bebekten katile dönüştürülerek yetiştirilen 18 yaşından küçük O.S. İstanbul'a gelerek Dink'i katletti.
Dink'in katledilmesinden sonra gayrimüslimler ve Ermeniler aleyhine var olan önyargı duvarının yıkılarak toplumun bütün kesimlerinden insanın Dink'in cenazesine katılması, karargâhtaki psikolojik harbin amacına ulaşmasını engelledi. Ancak bu önyargının yargıda hâlâ güçlü olduğu, adaleti engelleyen körlüğün devam ettiği dava süreci boyunca gözler önüne serildi. Avukat ve gazetecilerin ulaştığı delil, bilgi, belge ve ilişkilere savcılık ve hâkimler heyeti ulaşamadı. Hatta ulaşılanlara da kayıtsız kaldılar.
Hrant Dink aslında 1915'teki kırılmayla travmatik bir hal kazanan Türkiye-Ermeni ilişkilerini sağaltan çok yapıcı bir rol oynamıştı. Dink Türkiye'de yaşayan Ermeni Cemaati'nin içe kapanmayan ve ilişki kurdukça da hem Türkiye'yi hem de Ermenileri sağaltan yüzünü temsil ediyordu. Buna rağmen gördüğü muamele, Türkiye'deki bir kesimin ne ölçüde aşılamaz bir önyargıya sahip olduğunu gösteriyor. Dink tuhaf bir şekilde yaşarken üstlendiği bu sağaltıcılık rolünü, katledilmesinden sonra da devam ettirdi. Dink'in cenaze töreni ve yargılanması, kamuoyundaki önyargı duvarını yıktı ve katilleri dışlayarak bir arınmanın yolunu açtı. Dava kararı, işte bu arınmaya izin vermeyen eski duvarın yeniden örülmesi gayretini ifade ediyor.
Dava kararına karşı sıradan vatandaştan Başbakan ve Cumhurbaşkanı'na kadar yükselen tepki ise, önyargı duvarının yıkılmasını ve arınma arzusunu temsil ediyor. Mahkemenin kararı, Ulusalcı damarın Türkiye'de düştüğü marjinal çizgiyi gösteriyor. Dink'i vurdukları ve Dink'in cenazesi yerde yattığı andan itibaren Ulusalcı damarın her geçen gün oyunu kaybettiği görülüyor. Paul Valery "Gücün en zayıf yanı sadece güce dayanmasıdır" diyor, Ulusalcılar elbette sadece güce dayanmıyorlardı. Güce ve önyargıya dayanıyorlardı. Önyargı duvarı yıkıldıkça en zayıf yere çekiliyorlar. Bu gücü darbe davalarıyla kullanamaz hale geldikçe ise, çaresizlik içinde Dink davası kararı gibi tevil götürmeyecek zırvalar ortaya çıkıyor. Hrant Dink ölmeden önce yazdıklarında haklıydı, bu topraklarda güvercinlere dokunulmaz ve güvercinlere dokunanlar affedilmez. Mahkeme ve katiller de, elbette bu toprakların kadim kanununu anlayacaklar.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA